Hz. Safvan Bin Muattal ve Adıyaman Bölgesinin İslamlaşması

Burada, Hulefa-i Raşidîn dönemi ilk fetihlerin gerçekleşmesinin gerekçeleri ve bu fetihleri kolaylaştıran sebepler konusunda bazı değerlendirmelerde bulunmak istiyoruz. Konuya girmeden önce İslam fetihlerinin hukuksal temelini daha net anlamak için Hz. Peygamber dönemi savaşlarının gerekçeleri ve savaşın meşruiyetinin sebepleri konusunda bir takım bilgiler aktarmak istiyoruz.

Hz. Peygamber Dönemi Savaşları ve Sebepleri

İslam kelimesi “barış içinde selamette olmak” anlamına gelmektedir. Gerek Kur’an’ın genel prensipleri, gerek Hz. Peygamberin uygulamaları, insanlar arası meselelerin savaşla değil, barış yolu ile halledilmesi yönündedir.

Kur’an’daki: “Hepiniz topluca barışa giriniz.”  “…Sizinle savaşmaz, barışı kabul ederlerse onlarla savaşmaya Allah izin vermemiştir.” “Barışa yanaşırlarsa, sen de hemen yanaş.”Din hakkında sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlarla dost olun.” gibi ayetlerde bu durum güzel bir şekilde açıklanmaktadır.

Buna göre İslam’da savaş, bir anlamda zorunluluk gereği başvurulan bir alternatif olmaktadır. Yani İslam, aslında semavi dinlerin hepsinde emredilen, evrensel doğruların ve insanlar arası huzurun gerçekleşmesini istemektedir. Bu bir idealdir ve bunu gerçekleştirebilmenin gereği olan cihadın sonucunda meydana gelebilecek olan ölüm-kalım durumunun her ikisinin de mükâfatı, Müslümanlar açısından cennettir. Bu anlamda İslam tarihini de bir savaşlar tarihi olarak değil, evrensel doğruların ve barışın yayılması çabası olarak algılamak gerekir.

Şimdi Hz. Peygamberin savaş politikasına biraz göz atalım.
Hz. Peygamber, devamlı savaştan kaçınma politikası izlemiştir. Daha Mekke dönemindeyken, Müşriklere karşı saldırı önerisi getiren arkadaşlarına reddetmiştir. O, herhangi bir sebep olmaksızın, hiçbir yere ve hiçbir düşmanına savaş açmamıştır. Kaba bir tabirle “Canım öyle istiyor, menfaatim bunu gerektirdi, işgal ediyorum.” dememiştir. Onun dönemindeki savaşlar, tetkik edilirse ya bir savunma savaşıdır, ya bir ihanete cevap veriliyordur, ya saldırıya hazırlanan bir düşmana cevap verilmektedir.


Bedir Savaşı’nda ordu hazırlayıp Müslümanların üzerine yürüyen müşriklerdi ve Hz. Peygamber bu orduyu karşılamak durumunda kalmıştı. Uhut Savaşı’nda müşrikler Medine’nin yakınına kadar gelmişler ve onları Medine yakınında karşılayan Müslümanları mağlup etmişlerdi. Hendek Savaşı yine Medine’de gerçekleşmişti. Hz. Peygamber, kan dökülecek bir savaştan kaçınma adına hendek kazdırarak, kan dökülmesini en aza indirmişti. Bu dönemdeki müşrik saldırıları, yoğun bir biçimde Medine’ye kadar ulaşmaktaydı.


Hudeybiye Antlaşması’nın gerçekleştiği sırada Hz. Peygamberin barışı gerçekleştirmek için sarf ettiği gayret, hayret vericidir. O, kan dökülmemesi için aleyhine gibi görünen birçok şarta, ashabın keskin muhalefetine rağmen katlanmıştır. Hudeybiye’de Müslümanlara saldıran müşrikleri yakalatmış ve bir jest yaparak hepsini affedip karşılıksız serbest bırakmıştır.

 Hayber Savaşı’nda savaşı yönetmesi için sancağı Hz. Ali’ye verirken: “Ey Ali! Savaştığın Yahudilere haklarını haber ver. Onlardan birisinin hidayete gelmesi, kızıl develere sahip olmandan daha iyidir. demiştir. Mekke fethi sırasında savaştan özellikle kaçınmış, şehri kan dökmeden almak için çok gayret sarf etmiştir. O, özlemini duyduğu dünyayı, Adiy b. Hatem’e: “…Bir kadının tek başına Kadisiye’den Mekke’ye kadar yolculuk yapabileceği bir dünya…” olarak anlatmıştır. Bu durumu, İslam’daki savaş mantığını aktarırken Mahmut Şit Hattab, şu şekilde özetler: “Müslümanlar ilk saldıran taraf, yani düşmanlığı ilk başlatan taraf değil de zorlandıklarında savaşa girişen taraf olmaktadır. Ayrıca verdikleri savaşta İslami ve askeri şerefle bağdaşmayan tavırlar almaya yeltenmezler. Bilakis anlaşmalara sadık kalır, hainlikten uzak durur, hastalara, yaralılara ve ailelere yardım eder, sivil halk kesiminden kadın, çocuk ve yaşlılara zarar vermemeye itina gösterirler.”  


Hz. Peygamber dönemindeki Müslümanların savaşları tetkik edilirse, savaşlarda asıl olan hedefin insan öldürmek değil, insan kazanmak olduğu rahatlıkla görülecektir. Temel hedefi insanı yok etmek olan savaşın ahlaki yönü olur mu? Böyle bir savaşın ileri boyutta kazancı da olmaz. İnsanlık tarihi tetkik edilirse, toplumların birbiriyle yaptıkları savaşlar esnasında galip bir millet, kendilerine düşman bir toplumu kan dökerek, halkını ezerek, yok ederek, şereflerini ayaklar altına alarak ele geçirirse tarihsel bir vakıadır ki, sonraki yıllarda bu düşman toplumun neslinden gelenler veya bu zulmü kabul etmeyenler, bunun intikamını almaya çalışacaklardır. İnsan psikolojisinde bulunan bu yapı ile toplumlar, kendilerinden sonraki nesillere kendilerine yapılmış olan haksızlığı aktarmakta, bu da insanlarda bir öfke yığınına sebep olmakta ve fırsatını bulduğu bir anda ortaya çıkacaktır.


Bu bağlam içerisinde Hz. Peygamber dönemine bakarsak, müşriklerle yapılan savaşlarda müşriklerin ölü sayısının çok az olduğunu görüyoruz. İşte işin sırrı buradadır. İnsanları katlederek toprak fethetme yerine, yürekleri fetheden Hz. Peygamber, on yıllık kısa bir sürede Avrupa büyüklüğünde bir toprağı en az can kaybıyla fethetmiştir. O, bunu “….Bir kişiyi haksız yere öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir….” düsturunu uygulayarak başarmıştır.


Kuvvet zoruyla fikirler yayılamaz. Kur’an “Ya dinimize dönersiniz ya da yurdumuzdan çıkarırız” politikası izlememiştir. Hz. Peygamber de İslamlaşmanın zorla olmayacağını bildiğinden dolayı toplumları bırakın, esirlere bile baskı yapmıyordu. Esir aldığı kabile şefi Sümame b. Usal, ondaki affediciliği görerek hiçbir zorlama olmaksızın İslam’a girmiştir. Hz. Peygamber, savaşlarda insan unsurunu devamlı olarak gözetmiş ve ordularına savaşlarda dikkatli olmalarını, esirleri öldürmemelerini, insan hayatının her şeyden daha önemli olduğunu söylemiştir. Hatta bir seferinde: “Müslüman oldum” diye teslim olduğu halde teslim olan kişiyi öldüren Üsame’yi sorgulamıştır. Üsame’nin: “Ya Rasulallah! Adam kılıç korkusundan iman etti, bundan dolayı öldürdüm.” şeklindeki cevabına çok sinirlenmiş ve bunun üzerine şu meşhur sözünü söylemiştir: “Kalbini mi yardın?” O, insan kazanmayı her açıdan daha önemli görüyor, Beni Cezime kabilesinden bazı kimselerin Müslümanlara teslim oldukları halde Halit b. Velit tarafından öldürülmeleri üzerine, Halit’i Allah’a şikâyet ediyor ve yapılan işten berî olduğunu söyleyerek, diyetlerini tazmin ediyordu.


Bu kadar barışçı bir politika izlenmesine karşılık Kur’an, Müslümanlara kendilerine saldıranlara, karşılık verilmesine izin vermiş, fakat aşırı gidilmesini yasaklamıştır: “Sizinle savaşanlarla savaşın, ancak haksızlık yapmayın.” Hz. Peygamber de Hendek Savaşı sırasında Medine’yi kuşatıp yağmalamak ve orada katliam yapmak isteyen Arap ittifakı dağılınca: “Artık cevap verme sırası bizde.” diyordu ve gerekeni yaparak, bu savaşa katılan kabileleri gönderdiği seriyyelerle cezalandırdı. Medine’deki Yahudilere Müslümanlık için hiçbir zorlama yapmadı, ancak anlaşmaları bozduklarında onları ceza olarak teker teker Medine’den sürdü.


Sonuçta Hz. Peygamber dönemi savaşları, yabancı saldırılara ve zulme karşı, Müslümanların can ve mallarını korumak için, uluslararası ahit ve teamülleri bozanlara karşı yapılmaktaydı. Hz. Peygamber dönemi ile ilgili bu kısa izahlardan sonra,  Hulefa-i Raşidîn dönemi fetihlerin sebeplerini incelemek istiyoruz.

<< Önceki Sayfa - Sonraki Sayfa >>